İktidarın en sinik olanı kendi karşıtını biteviye kimliğini inkâra zorlayan değil, mağduna kendini iktidarın dilinde ispat etmesini dayatırken, haklılığına bir de ondan sesli onay talep edendir. Tam da bu nedenle iktidarın kuruluşu, sadece gadrine uğrayanların mazlumluğunu, dışlanmışlığını ve yok sayılmışlığını reddetmekle kalmaz, kendi yok sayışının haklılığına bir de sembolik sınavlarda iradi onay arayarak, dışlananın haysiyetini daha da yaralayacağı kamusal gösteriler düzenler.
Aleviler yüzyıllardır sınava çekiliyorlar; bunda yeni bir şey yok. Fakat bu sefer kâh demokrasinin kâh sivilliğin kâh otoritenin diliyle yapılıyor sınavları. Bu sınavların en basit ama en iddialısı ise, her zamanki gibi devlet ve AKP eliyle yürütülüyor.
Alevilere, zaman zaman teatral bir ortamda geçen “Alevi açılım”larında, çoğunlukla da tehditkâr bir üslupla seçim meydanlarında yapılan konuşmalarda önlerine konulmuş bu sınavın, “Hz. Ali’yi seviyorum” demekle aslında bizzat kendileri tarafından talep edildiği söyleniyor ve ardından da onaylamaları isteniyor.
Görünen o ki bugünkü sınav basitçe Alevilerin Hz. Ali’ye olan sevgilerini ya da bu sevginin sahteliğini ortaya koymayı amaçlamıyor. Ve her sınavda olduğu gibi, bu sınavda ölçüleni değil, önce ölçmeye koyulanın ölçüsünü ele veriyor. Alevilere yönelen bu soruda da, soruyu soranın koyduğu ölçüye olan kibirli aşkı kadar, kendi sınava çekme otoritesinin ve sınav yapma haklılığının Alevilerin ağzından bir kez daha onaylanması arzusu açığa çıkıyor. Oysa son dönemde yaşananlar bir kez daha bize Türkiye’de Aleviliğin ve Alevi olmanın yanında, bir sözün, bir sitemin, bir eleştirinin bu toplumda bir Alevi’nin ağzından çıkma ihtimalinin bile ne demek olduğunu gösterdi: değersizleştirilme, düşmanlaştırılma ve en hafifinden kötü niyetli, en ağırından ise vatan haini ilan edilme. O halde, bu sınavın duymak istediği cevabı biz baştan verelim. Evet, Alevilerin bir Ali’si yoktur ve hayır, Alevilerin “bir” değil, bin Ali’si olmalıdır.
Toplumun geniş kesimleri tarafından Alevilerin en temel taleplerinin göz ardı edildiği, R. T. Erdoğan tarafından Alevilerin meydanlarda sürekli yuhalatıldığı ve yakın zamanda bir örneğine daha rastladığımız gibi Alevileri darbecilikle, Stockholm sendromuyla itham etme kolaycılığının müşterisinin bol olduğu bir dönemde bazı Alevi gençleri, hiç kuşku yok ki öfkelerinden olacak, Alevilerin bir PKK’sı olmalıydı diye yazıyor ve söyleniyorlar. Hayır, Alevilerin bir PKK’sı değil, yetiş diye nefes, hak diye diye gönül verdikleri bir Ali’si “olmalı”ydı. Söylem düzeyinde bile olsa, Alevilere hakaret etmek niyetiyle sürekli “Ali’siz” diyen bir iktidarla aynı sözü dillendirdiğim için haklı olarak bana kızabilirsiniz. Kızgınlığınız kabulümdür. Fakat artık, bu bitmek bilmeyen sınavları, bozuk terazileri, iktidarın ağzından dillendirilen kibirli meydan okumaları bir kenara bırakıp, Alevilerin peşine düştüğü “Ali” üzerine daha fazla konuşmak zorundayız. Yaşadığımız tüm süreç gösteriyor ki varıp ona “Ali’ demeye gönlümüz ve dilimiz varmasa da Alevileri her ne ise o yapan bir şeyleri ve bunun içinde Ali’yle kurduğumuz bağı en hafifinden yitiriyoruz. Başımıza gelen bütün bu sınavlar biraz da bunun işareti belki de.
Bu serzenişte de yeni bir şey yok diyebilir, o bağın zaten hiç olmadığını, benim o bağı anlamadığımı ve Aleviliğin zaten bin yıldır krizde olduğunu da söyleyebilirsiniz ve çok da doğru olur söylediğiniz. Ancak bu Aleviliğin üzerindeki müthiş tarihsel basıncı ya da siyasal iktidar karşısında Aleviliğin savunulabilmesini sağlayan kolektif eylem ve ruhun kaybedilmesinin yarattığı “düşkünlüğü” hafifletir mi, işte ondan emin değilim.
Alevilere kinlenmenin bu kadar kolaylaşması, Alevilere yönelik nefret söyleminin kendine bu kadar alıcı bulması, kendisine demokrat, özgürlükçü gibi payeler biçen anlı şanlı “sivil” entelektüellerimizin bile söz konusu olan Aleviler olunca bu kadar kolayca darbecilikten, zulmedene duyulan aşktan, devletçilikten dem vurması, kendini zulme karşı konumlandırmış eşitlikçi bir siyasal cemaat biçimi için bir şeylerin yanlış gittiğinin göstergesi değil mi?
İşte o yanlış giden şey, Alevilerin bugün bizzat Ali’den anladıklarını yitirerek “düşkünleşmeleri” ve Alevilerin kendilerine hak yolunda hem batın hem zahir, hem yâr hem de pir belleyerek, her söz ve her demde ve tabii ki her cem ve her nefeste bir değil de “bin”, yani “biz” kıldıkları Ali’den artık geri durmalarıyla ilgili değilse neyle ilgilidir?
Derdim kimseye Ali’sini öğretmek değil kuşkusuz. Ben bu sözleri sadece kendim için söylemiş olayım; çünkü “siyaset günleri” gelip çatmışken, kendi selinde boğulmadan bir nefes, iktidara itaatinde yitmeden bir söz üretip bu gidişe karşı bir hal/duruş geliştirmek, en çok da ‘Ali’siz kalmış “düşkünler”in yükü.
O yüzdendir ki kaybolan Ali’yle kaybolup, o kaybın yasının Alevilerin kolektif sesini “söz”den tümüyle koparttığı bu siyaset günlerinde, Aleviler artık hiçkimsesizliğini “biz”, bir kalanı “bin” eyleyecek siyaseti bulmakla yükümlü. Çünkü her ne kadar kendini hep krizleştirerek yeniden kurmuş olsa da, Aleviliğin tarihinde hiç yaşamadığı ölçüde derin ve kapsamlı bir dönüşüm geçirdiğine tanık oluyoruz. Kolayca görüleceği gibi bu dönüşümün saikleri hem Aleviliğin içinden hem de dışından kaynaklanıyor. Aleviliğin 1990’lardan itibaren kamusal görünürlüğünün artışı da aslında onun geçirdiği bu dönüşümün ve yeniden kuruluşunun bir semptomu ve sanıldığının tam da aksine, Aleviliğin gücünün değil, teolojik-politik bir inanç sistemi olarak “çözülüşünün” bir ifadesi. Bu ifade sadece kültürel bir kimlik haline gelmekten folklorikleşmeye, sivil toplum örgütü mertebesine inmekten CEM Vakfı örneğindeki gibi, tümüyle devletin söz dairesine girmeye kadar pek çok görünüm almış durumda.
Hal böyleyken, kuşkusuz mesele “hakiki” bir Alevilik nostaljisinin peşine düşmek değil. Öyle bir Alevilik hiç olmadığı gibi hiç “olmayacak” da; çünkü o Alevilerin geçmiş gitmiş değil, “gelmekte” ve “hep gelecek olan” eşitlikçi kolektif birlikteliği aslında. Ama bu süreçte Aleviliği eşitlikçi bir cemaat oluşumu olarak kuran en temel unsurların “çözüldüğünü”, daha doğru ifadeyle bir cemaat olarak Aleviliğin sembolik-maddi kuruluşunun kökten biçim değiştirmeye başladığı gerçeğini de artık göz ardı edemeyiz.
Biz her ne kadar “zahit bizi tan eyleme” desek de, sadece ve sadece soru soranın kendisinin bir zahit olamamasından duyduğu mutsuzluğu ortaya koyan ve ne ölçüsüne, ne sorgucusuna, ne de içeriğine kayıtsız kalamayacağımız ölçüde Alevileri haysiyet divanına çıkaran bütün bu sınavlar söz konusu değişimin ufak birer göstergesi sadece.
O halde başa dönecek olursak, madem her şey Ali’yle başladı, rızamız olmadan çıkarıldığımız bu haysiyet divanında her şey Ali’yle bitsin. Ama hangi Ali’yle? Değil mi ki ancak derdi olanın bilgisi olacağını gören eskilerin derinliğini sezip, biz onu kendimize umut yerine dert eyledik, o zaman bize “bin” söz olan değil de bize “bir” dert olan Ali’yle bitsin. Varsın Ali’sini bulan bu sınavı geçmiş sayılsın ve biz biteviye “kim” olduğunu bil(e)mediğimiz, o derdimiz olan Ali’yi arayıp “Alisiz” kalalım. Yeter ki bu derdin bilgisiyle hep bizden “fazla” olanı “biz”, bizden “eksik” kalanı “bizim” kılmanın halini ve yolunu bulalım. Öyleyse giderek daha da şahlanan ve kibirle taçlanan bu zulme inat, hiç bitmeyen ve bitmeyecek bu sınavda bir kez daha dönsün zaman. Bize hem dert hem de aşk olan Ali için, hem “ilk” hem de “son” nefeste: “Medet pirim, yetiş ya Ali!” (ZY/HK)